Hindistan'ın bağımsızlığının 75'inci yıldönümünde, onlarca yıllık kurumsal suistimalden sonra, Yeni Delhi'deki demokrasi,
Kurtuluş Savaşı ve Hindistan Müslümanları
https://www.turkhackteam.org/konular/kurtulus-savasi-ve-hindistan-muslumanlari.935069/
Kurtuluş Savaşı ve Hindistan Müslümanları
Konbuyu başlatan’iMuh@fiz Başlangıç tarihi4 Eki 2013
11 Ağu 2012
Yirminci yüzyılın başlarında bütün insanlığın büyük bir cihan savaşının galiplerine boyun eğdiği ve bir yazarımızın deyişiyle tüm dünyanın bir Roma sirkini andırdığı sırada ortaya çıkan iki istiklâl mücadelesinin birbirini etkilediği ve aradaki muazzam mesafeye rağmen adeta iç içe girdiği görülür. Bunlardan birincisi Mustafa Kemalin önderliğinde Türklerin, ikincisi de Hindistan Müslümanlarının başlattıkları mücadeledir.
Dili, dini, etnik yapısı ve kültürüyle bugün olduğu gibi tarihin her döneminde kendine has özellikler taşıyan Hindistanın Türkler ile olan ilgisini milâttan önce birinci bine kadar ***ürmek mümkündür. Ancak daha milâdın başlarından itibaren bu ilgi, yerini askerî ve idarî güçleri yanında Hint kültüründen ayrı olarak kendi kültür varlıklarını muhafaza eden çeşitli Türk zümrelerinin faaliyetlerine terk edecektir. Yakın geçmişte bir bütün halinde Hindistan Müslümanları olarak anılan, ama günümüzde Pakistan ve Bangladeş devletlerinin ahalisini teşkil edecek şekilde teşkilatlananlar haricinde yine de Hindistanda önemli bir grubu meydana getiren kitleler, tamamen bu Türk faaliyetlerinin bir neticesi olarak ortaya çıkmışlardır.
İlk defa Araplar vasıtasıyla Hindistana ulaşan İslâm yayılışı, 711 yılından itibaren büyük ölçüde gelişme imkanı bulmasına rağmen bölge kültüründe fazla bir tesir bırakmadan sona erecektir. Ancak onbirinci yüzyılın başlarımda Gazneli Mahmudun akınları sayesinde, Türkler eliyle tekrar hızla yayılmaya başlayan İslâmiyet; bugünkü Hindistanın demografik yapısını daha o zamanlar değiştirip, yeniden şekillenmeye zorladığı gibi aynı bölgede temasa geçtiği bütün kültürleri yutan Hinduizmi de bu defa Türk kültürü karşısında aciz kalmaya mahkûm edecektir. Dolayısıyla günümüz Hindistan tarihçilerinden Muhammed Habibin de gayet yerinde işaret ettiği şekilde bu ülkenin tarihinde hiç bir olay, İslâmiyetin Türkler eliyle yayılışı kadar önemli bir yere sahip değildir.
Gaznelilerden hemen sonra tam bir Türk hakimiyeti şekline dönüşecek olan Hindistandaki İslâm hakimiyeti aynı dönemde Anadoluda meydana gelen gelişmelerle de tam bir benzerlik gösterir. Nitekim, Türkistandaki iktidarlarını kaybedip, barınacakları yeni bir yer aradıkları sırada, onüçüncü yüzyılın başlarında Anadoluda Selçuklular, Hindistanda ise Delhi Türk Sultanları eliyle birer hakimiyet tesis eden Türkler, onaltıncı yüzyılın ortalarında her iki bölgede de hakimiyet, kültür ve medeniyet bakımından zirveye ulaşmışlardır. Bu dönemde Türkler, ellerinde bulundurdukları Türkistan, Hindistan, Ortadoğu ve Balkanlar gibi üç önemli bölgeden eski dünya denilen Asya, Avrupa ve Afrikayı büyük ölçüde kontrol edebilmekteydiler. Ama onaltıncı yüzyılda Batıda denizlerde gelişen Hindistana ulaşma ve hakim olma yarışı, onyedinci yüzyılın ortalarından itibaren karadan da Rusların katılmasıyla tam manasıyla Türklüğü kuşatma harekâtına dönüşecektir. Avrupalının başlangıçta yeni ülkeler ve zenginlik kaynaklarına ulaşma ve bunlara el koyma şeklinde geliştirip, zamanla Hıristiyanlığı cihana hakim kılma tutkusuna dönüştürdüğü bu yayılma neticesinde Türklük hakim olduğu her üç bölgede de büyük badirelere sürüklenmekten kurtulamayacaktır.
Onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren Türkistanda Ruslar, Ortadoğu ve Balkanlarda diğer Avrupalılarla birlikte yine Ruslar, Hindistanda büyük ölçüde İngilizler vasıtasıyla Türk hakimeyetlerine yöneltilen taarruzlar kısa sürede etkisini göstermeye başladı. Daha çok çevreden merkeze doğru gelişen bu saldırılarla, 1707de Alemgirin ölümünü müteakip Hindistanda gerilemeye başlayan Türk varlığı, 1718de imzalanan Pasarofça Antlaşmasıyla da Ortadoğuda çöküşe doğru ilk adımı atacaktır. Bu yüzyılın sonlarına gelindiğinde Hindistandaki Mysore devletinin Müslüman hükümdarı Tipu Sultanın düşüşünü daha sonra, 1847de meydana gelen Navarin deniz muharebesiyle karşılaştıran Muhamnmed İkbalin Tipunun kabrini ziyaret edenler, onun düşüşü hakkında tarihçilerin yazdıkları ve kabrinin duvarına kazınmış olan şu mucizevî sözleri okurlar: Hindin (Hindistan Müslümanları) şanı da gitti, Rumun (Türkiyenin) şanı da şeklindeki tesbitine katılmamak mümkün değildir. Hind Müslümanlarını Millet-i Hakime oldukları ülkede ikinci sınıf vatandaşlığa iterken , bu tarihten yaklaşık yirmibeş sene sonra Osmanlı İmparatorluğunun, dolayısıyla batı Türklüğünün de can düşmanı haline gelecektir.
İngilterenin bu şekilde, dünyada İslâmı esaret zincirine alma tertibinin baş aktörü haline gelmesi, başta Cemâleddîn Efganî olmak üzere bir kısım İslâm düşünürünün İslâm ittihadı fikrini savunmalarına sebep oldu. Hindistan Müslümanlarınca büyük bir hüsn-ü kabul gören bu fikirler II. Abdülhamidin hilâfet kurumuna işlerlik kazandırması ve İslamcılığı milletlerarası siyaset sahasında etkili bir hale getirmesi ile daha da bir canlılık kazanmıştır. Bu durum İslâm ülkelerini sömüren diğer ülkeler gibi İngiltereyi de endişelendirecek, hatta bir kısım İngiliz yönetici İslamcı siyaseti kendilerinin takip etmeleri gerektiğini dahi savunmaya başlayacaklardır.
- Abdülhamidin siyaseti Hindistan Müslümanlarını heycanlandırmış ilk etkisini de 1906da Akabe meselesinde göstermiştir. Bunun üzerine Hinduların İslâm düşmanlığını sokağa dökmelerine fırsat veren İngilterenin, ayrıca Hindistan Müslümanlarını parçalamaya yönelik bir politika geliştirmesi, Hindu ve İngilizler arasında kaldıklarını anlayan İslamların teşkilatlanmasına zemin hazırladı. Ama Hindistan Müslümanları aynı zamanda manen bağlı bulundukları Osmanlı Devleti ile madden bağlı oldukları İngiltere arasında da kaldıklarını gördüler. Ortaya çıkan bu durum İngilizlerin işine yaramış ve Hindistan Müslümanları istemeyerek de olsa kendi hükümetlerine bağlı olduklarını göstermek ihtiyacını hissetmişlerdir. Bu da İslamcılık cereyanının etkisini azaltmakta gecikmedi. Abdülhamidin politikasını yalnız bu sahada devam ettiren İttihatçılar, bir yandan teşkilatlanma safhasında olan Hint Müslümanlarının istiklâl mücadelelerine örnek teşkil ederlerken öte yandan da Trablusgarb ve Balkan savaşlarında siyasî alanda bunların çok büyük desteğini gördüler.
Enver Paşanın gayretiyle 23 Şubat 1914ten sonra Hindistan Müslümanlarına Teşkilat-ı Mahsûsa el attı ve onların topyekûn isyanlarını teşkilâtlandırmaya başladı. Bilhassa Balkan savaşlarından çok etkilenen Hindistan Müslümanları, 22 – 23 Mart 1913de Lucknowdaki kongrelerinde başkan Muhamhmed Şafînin ağzından bu savaşları bir haçlı taasubu ve taarruzu olarak değerlendirip, sözde medeni Avrupanın Müslüman Türkleri kadın, çoluk-çocuk demeden mezalime tâbi tutmalarını nefretle kınayacaklardır.
Şafînin konuşması dikkatle incelendiğinde Hindistan Müslümanlarının Türk istiklâl mücadelesine bakış açılarının daha o zaman netleşmeye başladığı görülür. Aynı zamanda İslâm liderleri, ilk defa Balkan faciası sebebiyle giriştikleri faaliyetlerde Türkiyenin kaybının gerçek medeniyetin kaybı olarak gören Hinduların da desteğini sağlamış bulunuyorlardı. Bu ittifak 1930lara kadar devam edecektir.
Bu gelişmeler İngiltereyi harekete geçirmekle kalmadı, onu dış siyasetini Müslüman tebasının isteklerine göre çizemeyeceğini açıklamaya sevk etti. Dolayısıyla I. Cihan Savaşının ufukta göründüğü bir sırada tekrar Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında kaldıklarını ve bu sefer tamamen ezileceklerini anlayan Hindistan Müslümanları çıkacak bir savaşta Osmanlının tarafsız kalması için harekete geçtiler. Başlangıçta ilan edilen tarafsızlık büyük bir memnuniyetle karşılandı. Fakat Almanların safında savaşa girilerek cihâd ilân edilmesi ile birlikte Hindistan Müslümanlarının korktukları başlarına geldi.
Hindistanda genel bir Müslüman ayaklanmasına karşı sıkı güvenlik tedbirleri almasına rağmen aynı zamanda büyük bir propagandaya da girişen İngiltere, savaş sonunda Türkiyeye anlayışlı davranılacağını ve mukaddes topraklar başta olmak üzere Osmanlı İmparatorluğunu paylaşılmasına müsaade etmeyeceklerini taahhüt etti. Dolayısıyla Türk İstiklâl Savaşı sırasında Hindistan Müslümanları hep bu vaadlerin yerine getirilmesini İngiliz yöneticilerden isteyeceklerdir. Ancak Kureyeş soyundan Şerif Hüseyinin de Türklere isyan etmesi Hindistan Müslümanlarının zihninde bir takım soruların uyanmasına sebep oldu. Biraz da yapılan bu propagandanın tesiri ile Çanakkale muharebelerini Halife Padişahı, dinsiz İttihatçılardan kurtarma harekâtı olarak gören Hindistan Müslümanlarına karşılık Teşkilât-ı Mahsûsanın planlayıp uygulamaya koyduğu İpekli Mektuplar Komplosu büyük bir taraftar topladı. Bu konudaki çalışmalar Konyadaki esir kamplarında bizzat Halil Paşa tarafından yürütüldü ve başarılı da olundur.
Esasen, Maliye Bakanı Lloyda Georgeun İmparatorunu Hz. Muhammede benzetmesi gibi İngilizlerin yaptığı bir takım hatalar da Türklere yardımcı olmuştur. Burada dikkate değer bir nokta var ki, o da, Anadoludaki Türk istiklâl mücadelesinin ortaya çıkmasında menfî yönde oynadıkları rollerle önemli bir yere sahip olan Lloyd George ile Lord Curzonun Hind Müslümanlarının istiklâl mücadelesinde de aynı rolleri ifa ederek yer almış olmalarıdır.
- Cihan Savaşının sonunda İngilterenin gerçek niyetinin anlaşılması ile ortaya çıkan Türk millî harekâtının başlangıçtaki karakteri Hindistan Müslümanlarını Türk istiklâl mücadelesinde hem madden, hem de manen tam bir taraf haline getirmekte gecikmeyecektir. Bu hususa işaret eden Sir Theodore Morrison, Hindistan Müslümanlarının bütün Müslüman milletlere ilgi duyduklarını belirttikten sonra fakat bu duygu Türklere karşı özel bir boyut kazanmaktadır. Çünkü Türkiye ve en büyük İslâm ülkesidir. Yegâne müstakil İslâm devletidir. Tarih boyunca İslâm aleminin başı ve kılıcı olmuştur. Demektedir.
Prof. Dr. S. Anwarul Haquc Haqqi da, Türkiyenin Hint halkının gözünde değer ve sevgi yüklü özel bir yeri vardır ve bu özellikle Hindistandaki Türk yönetiminin etkisi ve bıraktığı mirastan ileri geliyordu derken, Morrisonun görüşüne daha da bir derinlik kazandırmakta ve Hindistan Müslümanlarının Türk istiklâl mücadelesine bakış açılarının temellerini göstermektedir. Esasen Galyur anıtında da görüleceği gibi daha VI. yüzyılda Hintlilerin hafızasında eşsiz kahramanlığa sahip ve her yere hükmedebilen adil kimseler olarak yer eden Türk imajı, bütün istiklâl savaşı boyunca aynı zamanda bir kültür, medeniyet ve ayrı bir kimliğe sahip olma şuuru olarak da telakkî edilecektir. Hindistan Müslümanlarındaki bu duyguyu Avrupadaki vatanseverlikle kıyaslayan Morrisona göre yenilgiyle Türke bağlılık daha da perçinlenmiştir. Haliyle Müslümanlar, son müstakil İslâm devleti olan Osmanlı Türklüğünün tarih sahnesinden çekilmesinin İslâmın olanca kültürü ve medeniyeti ile dünyadan silinmesine sebep olacağına inanmaktadırlar. Mustafa Kemal da, 26 Şubat 1921 de Philadelphia-Public Ledger muhabiri Clarance K. Steite verdiği cevapta Türk milletinin mevcudiyeti ve kudreti sultanlık ve hilâfetin gerçek istinadgâhıdır diyerek bu hususa işaret etmekteydi.
Bütün bunlar Hint Müslümanların! İngilterenin Osmanlı ile şerefli bir anlaşma yapması ve onu büyük bir dünya devleti olarak tanıması gerekir. Dolayısıyla Mustafa Kemalin başlattığı Türk istiklâl mücadelesi bunu sağlamaya çalışmaktadır. İngiltere böyle bir tavır içerisine girmezse, zorlanmalıdır şeklinde düşünmeye şevketti. Bu bakış açısı Büyük Millet Meclisinin açılışında söz konusu edilen Hakimiyet bilâkayd-u şart milletindir sözündeki millet kavramının asla manasıyla değerlendirilmesi ve Mustafa Kemalin açılış konuşmasında meclisin Ruh-ı Mazlûm-ı İslâmı temsil ettiğini açıklaması ile daha da bir anlam kazanmıştır. Bunun yanında Ankara hükümeti bilhassa Hindistan Müslümanlarına hitaben yayınladığı broşür ve beyannamelerde Ermeni ve Yunanın Müslümanları düçâr bıraktıkları mezalimde bahisle Türkün davasının sekizyüz milyon İslâmın Kıble-ı uhuvvetini başında tutan bir ümidin istiklâl mücadelesi olduğunu kaydediyordu.
İstanbulun işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye adına İslâm alemine seslenen Mustafa Kemal Paşa, söz konusu tecavüzün Osmanlı saltanatından ziyade, hilâfet makamına, hatta bu makamdan hürriyet ve istiklâllerinin yegâne istinadgâhını gören bütün İslâm alemine yönelik olduğunu bilhassa vurgulayacaktır. Kuvay-ı Milliye, bu son Ehl-i Salip muhacematına karşı davasında İslâm milletlerinin desteğinden emindir, demekteydi. Yine Mustafa Kemalin, 9 Mayıs 1929de yayınlattığı Öğrendik ki, Mısırda ve Hintte olduğu gibi İslâmın başını İslâmın eliyle ezenler, bizi halifeye asî ve günahkâr bir zümre olarak tanıtmak istiyorlar.
İngilterede harekete geçen Hindistan asıllı Müslümanlar, İslam cemiyeti aracılığıyla 5 Ocak 1921de Lloyd Georgea verdikleri muhtırada Türkiyeyi İtilâf Devletlerinin savaşa sürdüğünü iddia edecekler ve Türklerin savaş öncesi statükosunun korunmasını isteyeceklerdir. Dolayısıyla Hindistan Müslümanlarına göre Yunanlı vasıtasıyla Türklere haçlı seferi açan İngiltere, dünyadaki en intikamcı ve kan dökücü ruhları tatmin edecek bir yola girmemelidir. Zira, bu muhtırada Hindistan Müslümanları Türkler için kalplerimiz kan ağlıyor. İngiltere savaş sırasında bize vaadettiklerini şimdi gerçekleştirmelidir. Londra, Türk meselesinin bir İslâm meselesi olduğunu hiç bir zaman unutmamalıdır. Padişahları halifedir. Yüzyıllardır İslâmın gururu onların elindeydi, bu şeref için şehit verdiler. Şimdi de Anadoluda yaşlı-genç, kadın-erkek demeden aynı mücadeleye hazırlanmaktadırlar. diye haykırıyorlardı. Ayrıca Türklerle yapılacak barış tatminkâr olmazsa İngilterenin Müslüman tebasından sadakat beklememesi gerektiği ve esasen bu tebanın hilâfet için, Türklük için silahlı mücadele de dahil ellerinden geleni yapacaklarını açıklıyorlardı. Buna ek olarak, Batılıların son aylarda giriştikleri bütün hareketler de, haçlı faaliyetleri olarak niteleniyordu. Bütün bunların yanında artık Hindistana Daru1-harb ilân ediliyordu ve bu topraklardan göç edilerek Anadoluda toplanıp, en etkili mücadeleyi orada vermek üzere harekete geçen gruplar bile oldu. Bunlardan Abbas Han gibi Ankaraya ulaşanlardan büyük ölçüde istifade edilecektir.
Yunanlıların Anadoludaki başarısızlıkları 16 Haziran 1921de Hindistan Müslümanlarını İngilterenin işe bulaşacağı korkusuna sevk eder. Buna karşı da İngilterenin Mustafa Kemale çekeceği kılıcın bütün İslâm alemine çekilmiş kabul edileceği ve Hindistan İmparatorluğu mezarının kazılmış olacağı bir kere daha hatırlatılır. Bu vesile ile Mustafa Kemale de Mücahid-i İslâm, Seyfül İslâm , daha sonra da Mücahid-i İslâmiyet Şampiyonu, Çağdaş İslâm Dünyasındaki En Büyük Müslüman gibi unvanlar verilir.
Aslında M. Kemal bütün bu unvanları haketmiştir. Zira o, eşine az rastlanır bir gerçekliği, dinamik bir kişilikte birleştirerek Hindistan aydınlarının hayal gücünü alevlendirmiş, Hintlilerin politik toplumsal ve dinî bakış açılarını değiştirmiştir.48 Öyleki, bütün aleyhdeki propagandalara rağmen Türkiye, Hindistanın özellikle Müslüman toplumu için karanlıkta parlayan bir yıldız olmuş, bu ülkede hiçbir yabancı devlet adamı ya da halka mal olmuş kişi, Gazi Mustafa Kemal Paşa kadar değişik yerlerden ve onun kadar çök övgüye mazhar olmamıştır
Baştan bu yana gösterilmeye çalışıldığı üzere sosyal, politik ve ideolojik görünüşlerindeki zıtlığa rağmen Hindistandaki grupların hemen hemen tümü Türk davasına destek verirken dinî ve siyasî iki büyük akım da, yani İslâmlar ve Hindular belki ilk defa kısa süreli de olsa bir hususta birleşeceklerdir. Türkiyede bugün bazı Hintli liderlerin bir takım isteklerinin hilâfetin lağvedilmesine yol açtığı şeklindeki iddiaları çok fazla abartılmış görüşler olarak değerlendirmek gerekir. Zaten Mustafa Kemal de, bu istekleri Türkiyenin içişlerine haksız bir karışma ve iki camia arasındaki mevcut dostluğu bozmaya yönelik bir İngiliz entrikası olarak gördü. Bu gün o girişim, Hintli Müslümanların Türkiyenin İslâm dünyasındaki manevi önderliğinin sürmesini istemeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak Hindistan Müslümanlarının Türk İstiklâl mücadelesine bakış açılarının odak noktasını İslamiyetin teşkil ettiği söylenebilir. Ama onları esas harekete geçiren husus, bu ülkede geçmişteki Türk varlığından tevarüs edilen değerleri Anadoluda gelişen Türk istiklâl mücadelesinin tahrik etmesiyle başlayan uyanıştır. Bu uyanışla tarihten gelen birikim, halihazırda ülkeyi kontrol eden İngiliz varlığı ve temsil ettiği değerlere karşı bir tepkinin ifadesi olarak tezahür etmiştir. Baştan beri benzer tarihi süreci yaşayan bu iki toplumdan birisi olan Anadolu Türklüğü tarihi gerçeklerine uygun millî bir kimliğe kavuşurken farklı bir yapılanma içerisinde bulunmasına rağmen Hindistan Müslümanları da böyle bir kimliğe ulaşma yolunda önemli adımlar atacaklardır.
KAYNAK:
Prof. Dr. Salim Cöhce ,İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü